S.A. Arkadaşlar,
Bilgisayarın başına başka bir yazıyı yazmak için oturdum, fakat bugün duyduğum bir şey daha önce de sorguladığım bu konuyu yazmaya itti. Eşimle de bu konuyu zaman zaman konuşuyorduk, yazmak ise şimdiye nasip oldu. Hayatımızın belirli dönemlerinde çok başarılı olanların çok mutlu olacağı veya çok kazacağı yanılgısı sonucu kendimizi "yarış atı" olarak bulduğumuz ve günün sonunda bunun neleri götürüp neleri getirdiğini konuşmak istedik. Hazırsak başlayalım.
Biraz eskilerden başlayarak gelelim. İlk okulda başlayan bu yarış, hatta 1.ci sınıfta okumayı kim önce öğrenecek ile başlar. Acımasız bir karşılaştırma ve rakipleştirme duygusu bizleri kirletmeye başlar. Okumayı önce öğrenen çok başarılı, zeki, methedilmesi diğerlerinin ise 2.sınıf insan muamelesi görmesi orada ufaktan başlar, ama yıllar sonra dönüp arkaya baktığımızda o okumayı geç öğrenen insanlar belki de birçok açıdan bizden daha mutlu/başarılı/zengin olabilirler. Bir sonraki aşama galiba lise sınavına hazırlandığımız dönem. Yine en iyi liseyi kazanma hırsı. İyi okul kazanmaktan çok yanındaki arkadaşını geçme çabası... "Allah'ım benim için hayırlı olmasa da şu okulu kazanmamı nasip eyle" diyen ve bunu çok sonradan itiraf eden arkadaşım (o çok istediği okulu kazanır ama maalesef oradan atılır). İnsanı bu psikolojiye sokan zihniyet nedir acaba? O çocuk o liseyi kazanamasa neyi kaybederdi ya da kazanınca neyi kazandı...
Bir sonraki aşama da bölüm seçimi olsa gerek. Açıkça söylenmese de zihinlerde olan şu kirli düşünce. En iyiler sayısal seçer, fen ile aran değilse eşit ağırlık, matematik ile de aran çok yoksa sözeli seçersin. Bu tam bir toksik düşünce ve o yaşlarda bu da benim için bir kabustu. Ben tam bir kitap aşığıydım o yaşlarda. Eşit ağırlıktaki arkadaşlardan çok daha edebiyat netleri çıkarıyordum ama o düşünce ile sayısal seçmiştim ve lise dönemim boyunca da fen derslerim neredeyse hep 3, tarih ve edebiyat derslerim hep çok iyi gelirdi. Hatta şöyle bir anımı paylaşırsam belki o zamanki psiolojimi daha iyi anlarsınız. 4.96 ortalaması olan bir arkadaşımız eşit ağırlık seçince, ben bu kadar iyisen neden eşit ağırlık seçiyorsun diye sormuştum, o da ben hukukçu olmak istiyorum, başarılı olmam sayısal seçmemi zorunlu kılmaz demişti. O zaman iş işten geçmişti benim için.
Bir sonraki aşama da üniversite kazanma dönemi olsa gerek. Yine benzer bir yarış durumu. En iyi puanı yapan en çok mutlu olacak garantisi olan deneme sınavları, birbirini en çok seven kişilerin aralarının bozulması, yanındaki insanı geçme çabası ve kendimize itiraf edemediğimiz birçok duygumuz. Şimdiye geriye dönüp baktığımda aslında gerçek hiç de öyle değilmiş. En iyi puanı yapan arkadaş en iyi kazanan değil veya en başarılı değil, veya düşük puan yapıp kimsenin rakip bile görmediği o arkadaş yurtdışında çok güzel bir şirkette çalışıyor :)
Şimdi de üniversite dönemi. Diğer bölümlerde durum nasıl bilmiyorum ama bizim bölümde ortalama hırsı fazla yoktu. Çünkü orada başarı kriteri ortalama değil daha iyi kod yazmaktı. Kod yazanlar başarılı, yazamayanlar yine başarısızdı. 1.ci sınıfta pes eden ne çok arkadaşım vardı maalesef bu zihniyet yüzünden... Bir teknopark gezisinde oradaki yetkili kişinin, kod yazma bu işin sadece bir parçası dediğinde onu anlayamamıştık, fakat şu an çok daha iyi anlıyorum. İş hayatımda da farklı bir bölümden mezun bir iş analist arkadaşın kirasının benim maaşım kadar olduğunu biraz daha iyi anlamıştım (çok sonraları öğrendim ki kıdemli yazılımcı diğer arkadaşlardan da fazla alıyormuş :)
Mezun olduk, iş hayatı başladı, lisedeki bölüm seçimine benzer bir durum daha yaşanır. En iyiler backend yazar, daha az iyiler front-end yazar, diğerleri tasarım yapar vs gibi toksik bir düşünce. Hatta Java'cılar (kariyerimin başında java kodluyorken kendimi havalı sanardım, çok safmışım :) .net'cileri, .net'ciler php'cileri döver muhabbetleri vs uzar gider. Hatta geçenlerde bu düşünceye benzer bir tweet gördüm, yani bu düşünceyi eleştiriyordu. Tahmin edileceği üzere ortalık karıştı...
Hayat devam ediyor, o zaman durumlar değişir ama yarış devam ediyor. Herkes kendini geliştirmek için farklı yollar seçiyor. Ailesinden, sevdiklerinden (şu an ben de bu yazıyı yazıyorum :), özel hayatından vakit ayırarak bir şeyler yapma çabasında. Çünkü teknik olarak yeterli olmak istiyor. Güzel bir yerde mutlu olacağı işi yapmak istiyor, ama sen bu kadar iyiyken acımasızca eleştirdiğin çöp dediğin projeyi geliştiren birileri senin 1 yılda kazandığın parayı 1 ayda belki çok daha kısa sürede kazanıyor olabilir.
Toparlamak gerekirse, kesinlikle başarılı olmak için çabalamayalım demiyorum (Zaten öyle bir insan da değilim, bu yazı da bir nebze kendime bir özeleştiri niteliğinde). Elimizden geleni yaptıktan sonra tevekkül etmek en doğrusu olacaktır. Sadece bazı hırsların ve toksik düşüncelerin gözümüzü/zihnimizi kör etmesine müsade etmeyelim.
Çok beğendiğim ve başarmayı hedeflediğim bir Sabahattin Ali sözü bırakalım buraya.
“Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel, kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için en değilim. Daha değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım.”
Yazıyı ise tevekkül ile ilgili bir hadis ile bitirelim.
Muğîre b. Ebû Kurre es-Sedûsî’nin işittiğine göre, Enes b. Mâlik (radıyallahu anh) şöyle anlatıyor:
“Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?’ diye sordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Önce onu bağla, sonra Allah’a tevekkül et!’ buyurdu.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 60)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder